Monday, May 29, 2006

peki ya ?

saçmalamaktan bir adım öncesi kavramaksa

sarhoşluktan bir önceki nefes pişmanlıksa

kayboluş kaçmaktan doğuyorsa


yakaladığında kayıveriyorsa avuçlarından ahenk

ve kaos bir zorunluluksa

kurtardıkların hiç istemediklerinse yangından

ve sen buna dair bir hayat kurguladınsa


kafanı tik tak tik tak tik tak aynı yerlere vurmaktan

gömülüp gömülüp ta en derinlerde boğulmaktan

tamam bu sefer oldu galiba deyip te yanılmaktan ama asla vazgeçmemekten

dışarıda efil efil esen bir rüzgarın olduğunu bilip de bir türlü bırakamamaktan kendini

ibaretse yapabildiğin


üstüne geleni devirebiliyor

kavradığını istemeden un ufak ediyor

bildiğini unutuyor

bilmediğini asla kafandan çıkaramıyor

hergün çıplacık ayaklarını kaçınılmaz bir biçimde yeni sarmallara kaptırıyor

bulantını asla durduramıyor

çoğu zaman ise bunun bir alternatifi olabileceğini bile düşünemiyor

ve çok eski bir zamanda gördüğün bildiğin tattığın hissettiğin

ama korktuğun ağladığın anladığın haykırdığın

şeyin gerçeğin ta kendisi olduğunu an ben an daha da fazla kavrıyor

san

?

biraz yüzsüzlük yapayım hadi; bugün benim yaşgünüm..

benim elim içmez de ne yapar !

içsel bir kutlama düzenleyip alkolle arındıktan sonra bazı fazlalarımdan...

kim bilir belki de tamamıyla normalleşir bir şort giyer sandeletlerimi geçirir ayağıma migrosun yolunu tutturur dondurma alır da bir güzel götürür güzel bir yürüyüşün ardından eve gelir sosyalleşir tv izler romantizm yaşar güzel bir uykuya dalarım...

kim bilir belki de içimde düştüğüm diyarlardan çıkamaz bir unutuş seremonisi histerisinde yiter gözyaşlarımın ıslaklığında yeni bir gerçeğe uyanır yorulur yorulur sonra yeniden dirilir dirildiğine küskün bir kaç saatin ardından eski benlerden birine dönüşür

ve anlarım...

kim bilir belki de hiç doğmamışımdır yegane varlığı yalnız bir çocuğun kafatasının sınırları olan bir fikirden ibaretimdir ?

kim bilir belki de bunları yazan ben değilimdir ?

bildiğim ; artık genç değilim

zaman daralıyor

denizlerim kurudu

su birikintilerinde oyalıyorum kendimi artık

kırlarım kaybetti coşkusunu

soldu yeşilleri

kaçtı kuşları böcekleri

ancak

belki de

kim bilir ?

Thursday, May 11, 2006

mum ve şapka

Taşıdığı çantanın ağırlığı idi öncelikli sıkıntısı. Daha güzeldi güzel olmasına üniformasız bir hayat ama sıkıntılar bir türlü bırakmıyordu yakasını, işte yine ipsiz sapsız anılar üşüşmüştü başına. Acaba çıkarıp da kurtulsam şu şapkadan kurtulur muyum pişmanlıklardan da diye düşünmeleri geldi aklına. Gülümsemesini çantanın ağırlığı bozdu…

Ayna hep aynı ayna, hep bu dişler gülümseyen, hep bu inat kafa anlamayan. Ağabeyin gelecek, ne olur bu gün de surat asmasan? Senden bir bok olmaz aslanım, hiçbir bok olmaz katiyen. Herkesin var kendisine göre bir sıkıntısı, hadi gel de üzme ağabeyini, hem sever seni O, hem de çok. Para alırken her ay başı tıkır tıkır güzel ama, bir iki gün misafir etmeye vardı mı iş… Yaramaz adamsın, kalleş adamsın, bencil adamsın, şerefsizin önde gidenisin sen…

Otobüs gelmek bilmedi bir türlü, hani yükü ağır olmasa severdi de şöyle boğazda bir çay sigara, tıpkı eski günlerdeki gibi, sadece deniz, sadece martılar, sadece bir iki tekne tıngır mıngır salınıveren, sadece o an, tıpkı eski günlerdeki gibi. Can havliyle bir taksi çevirdi. Çok düşmemek lazımdı böyle gerilere, bozardı adamı, rakı şişesinde boğardı. Camı araladı, bir boğaz çekti ciğerlerine…

Ulan şerefsiz, yaktığın canların faturasını hep sevenlerine kestin zaten ömrün boyunca, ne günahı var bu adamın şimdi, işinden de olmuş, dertlidir şimdi, kırk yılda bir işi düşmüş sana, ihtiyacı var belli, yoksa gelmezdi, gülümse hadi, yoksa paramparça edeceğim bak bu hayranı kalabalık suratı. Eşek kadar adam oldun şu evin haline bak, neyse takmaz ağabeyin böyle şeyleri, kafa adamdır, kafa adamdır olmasına da, bu ne hal aslanım, bari biraz ortalığı toparlayalım.

Biraz tedirgin indi taksiden, ne de olsa adres olmadan, hatırladığı gibi tarif etmişti, ama, iş bu ya , o kadar olmuştu ki uğramadığı biraderine, emin olamıyordu şimdi doğru yerde bulunduğundan. Ah ama evet bu doğru sokak, doğru bakkal, doğru manolyalardı. Zili defalarca çalmasına rağmen açılmadı apartman kapısı. Biraz beklemek geldi aklına, hani belki de bir yerlere kadar gidivermişti Ozan. Oturdu sokağın başındaki kahvehaneye, bir çay söyledi…

Burası da neresi ulan? Bu teyze kim yanıbaşımda çıplak, çırılçıplak, kendini koyuvermiş yağ kütlesi? Saat kaç abicim, hava da kararmış, yav bi saniye, biz hangi gündeyiz? Sıçtın aslanım sen, sıçtın. Bir de romantizm yapmışız baksana, mum ışığı falan…

Kahvehaneyi kapatıp da geri dönmek ta yarımadanın ortasına ağır geldi, taksime uğramak geldi içinden, tıpkı eski günlerdeki gibi…Birkaç bira yuvarladıktan sonra bir humphrey bogart şapkası aldı kendine, bir de ucuz otel buldu, ucuz adamdı ne de olsa…

Sabah küskündü geceye, bir türlü kavuşmak istemedi. Kediler hepsi bir başka tedirgin terkettiler İstanbul sokaklarını. Alacakaranlık asılı kaldı gökyüzünde. Bir kırmızıya çaldı boğazın dingin suları, boğaz boğaz olmaktan, yaşam da katlanır sınırlardan çıktı...

Yarım kalan hikayeler karıştı sonsuza, son duasını etmeye kimsenin fırsatı olmadı.İçi burkuldu evrenin, ağzında bir yarım söz, kendi içine kapandı, herşeyden öncesine döndü geriye kalan hiçbirşey..

Tuesday, May 02, 2006

kutsal ve dünyevi

Çakıltaşları dökülüyor berrak su birikintisine. Yorgun dalgaların başları takiplerindeki genç dalgalarla belada. Unutuvermenin eşiğindeyim. Serin bir rüzgar kollarında çiçekler...

Adının peşisıra vuruyorum kendimi patikalara. Biliyorum kolay olmadığını, beklentilerim bambaşka bir dünyaya aitler artık. Söndü mü dalgalar? Dönüp de baksam bozulur mu büyü?

Aklımın bir köşesine ne yapıp ettimse kazıyamadığım o menekşe kokusu oluverseydi belki yanımda, dudaklarım susuzluktan şiş ve çatlak olmasalardı da tuttursaydım şöyle güzel bir ezgi... Mesela işsiz güçsüz günlerin her daim başköşede duran hayali, kır gezileri, bir ekmek, bir şişe şarap, bir soluk, sen, kulaklarımda, bir dokunuş, ipek, avuçlarımda...

Sis yoğun ve yapış yapış... İş başa düştü, yürüyorum.Nereye varır sonu bu edilginliğin bilmiyorum. bir şey bilmem gerekiyor mu peki? Geçmişin gölgesi düşüyor aklıma. Bir çocuk annesinin yemek çağrısına koşan, saçlarında kirazlar...

Sis dağılmaya başlıyor. Kurumuş meşelerin dalları kanaryalarla kaplı. Beyaz halen manzaraya hakim... Yaklaşan karaltıyı ayrımsıyorum...

İnanır mısın, adı yokmuş, bana yol göstermek, ve de endişelerimi gidermek için görevlendirilmişmiş. Nasıl bir yer burası? Nasıl olur da endişelerimi giderebileceğini düşünürler bu çucuğun? Daha önce bildiğim yerlere benzemezmiş. Kavramlar da farklıymış, O, çocuk değilmişmiş.

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlıyor aniden, ayaklarımın altında tutamıyorum patikayı, bir yeşil boşalmak istiyor beyaza, olmuyor, kanat oluyor heryer, kararıyor sis, üstüme kapanıyor...

Kendime geldiğimde donuk gözleriyle karşılaşıyorum, sevecen olması, içimi ısıtması gereken, bu durumda. Alışırmışım, bu kadar büyütecek bir şey yokmuşmuş. Burası sevginin doğduğu yermiş, ayrıca bir şevkat gösterisine ihtiyaç duymayacakmışım zamanla zaten, miş, muş...

Zihnimi verdiği cevaplara kapatmakta buluyorum çareyi, her nasılsa bunu becerebiliyorum.

Alışmak istemiyorum bu oluşa, varoluş bile diyemediğim serinliğe. Gözlerinden akan yaşların yakışını duyumsuyorum. İçim titriyor. Gözlerim halen kapalı. Bir açabilsem, bir görebilsem tekrar gözlerini, bir şansım daha olabilse... Neler vermezdim diye düşünüyorum, bir an sonra gülümsüyorum tabi...